FELSEFE Ders Notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor.
FELSEFE Ders Notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor.

Modernlik ve Demokrasi - Alain Touraine

FELSEFE Ders Notları 3
Çağdaş Sosyoloji Kuramları
Modernlik ve Demokrasi - Alain Touraine

Alain Touraine günümüzün önde gelen toplumbilimcileri ve demokrasi kuramcıları arasında yer alır. Sosyoloji literatüründe yoplumsal hareketler sosyologu olarak anılır. Touraine'in bu sıfatla temayüz etmesi onun 1968 öğrenci hareketleri üzerine incelemesi ile başlayan, Polonya'daki sosyalist rejimin çöküşünü hazırlayan Dayanışma Hareketi ve Fransa'da nükleer karşıtı hareket üzerine incelemeleri ile devam edip, bundan böyle gündeminden hiç düşmeyecek olan diğer çalışmaları ile alakalıdır.
Bu diğer çalışmalardan biri olan "The Return of the Actor (Aktörün Dönüşü ) 1988" onun modernlik, demokrasi ve toplumsal hareketler arasındaki ilişkilerin sistematik bir çözümlemesi yönündeki önemli bir aşamayı, daha sonraki ayrıntılı çalışmalarının adeta bir taslağını oluşturmaktadır.
Touraine'e göre (1971), sanayi sonrası toplum ya da programlanmış toplum sanayi toplumundan daha fazla iktisadi büyümeye odaklanmıştır ve sanayi toplumunun sahip olduğundan çok daha fazla yatırım kabiliyetine sahiptir.

Touraine'in sanayi sonrası toplum tezine göre 1970'lerden itibaren sanayi toplumunun yerini bilgi ve teknolojinin önemli hale geldiği sanayi sonrası bir toplum almaya başlamıştır. Sanayi sonrası toplumun en önemli özelliği bilgi teknolojisi kullanımının sağladığı denetim gücüdür.

The Return of the Actor çalışmasında toplumsal hayatın merkezinde üç unsurun yer aldığını belirtir.
  • Örgütlenmiş uygulamaların birbirinden uzaklaşması ve bir bilinç olarak özne,
  • Merkezi toplumsal çatışmaların konusu olan bilişsel, iktisadi ve etik kültürel modeller (tarihsellik)
  • Bu kültürel modellere toplumsal bir biçim vermek için birbirleri ile mücadele eden toplumsal gruplar olarak toplumsal hareketlerdir.
Touraine'e göre modern toplumların en temel sorunu toplumsal birlik ve dayanışma içinde kültürel çeşitliliğin nasıl sürdürülebileceği sorunudur. 

Kolektivizm  terimi en yaygın kullanımıyla, üretim ve dağıtım araçlarının komünal (ortak) ya da devlet mülkiyetinde olmasını teşvik eden siyasal ya da sosyo-ekonomik kuram ve uygulamaları anlatır.

En temelde modernlik, "Akıl ile Özne, akılcılaşma ile ferdiyet kazanma, Rönesans'ın ruhu ile Reformasyon'un ruhu ve bilim ile özgürlük arasındaki gergin bir ilişkidir."

Kültürel Demokrasinin Amaçları
  • Ekonominin üzerindeki toplumsal ve siyasal kontrolü azaltmak
  • Herkese eşit toplumsal ve kültürel hak garanti etmek
  • Üretim ve yönetim sistemlerinin teknik akıcılığına sahip tüketicilerin sağlık, eğitim, bilişim alanlarındaki taleplerini dikkate almak
Touraine'in nazarında, demokrasi fikrinde hiçbir ilke devlet gücünün temel haklara saygı talebi tarafından sınırlanmasından daha merkezi bir öneme sahip değildir. 

Totoliteryenlik Kavramı: Halkın bütünüyle ya da hemen neredeyse  bütünüyle devlet tarafından tahakküm altına alındığı bir atıfta bulunur.

Otoriteryenlik Kavramı: Bireylere yada gruplara karşı keyfi uygulamalara yönelebilen bir siyasal yetki biçimine atıfta bulunur.

Touraine'nin 1970'lerden itibaren sanayi toplumunun yerine bıraktığı toplum programlanmış toplumdur.

Touraine toplumsal değişim süreçlerine aktif olarak katılacak bir eylemci sosyoloji önerir.
Touraine göre, özne, özgürlük demektir.

Touraine Demokrasi ile ilgili şunları söyler:
  • Demokrasi bir dizi kuramsal garanti ya da menfi özgürlükler değildir. 
  • Demokrasi özne siyasetidir; öznenin var olabilmesinin ön şartıdır. 
  • Demokrasinin büyük görevi kitle  kültürü için de çeşitlilik üretmektedir.
En temelde öznelerin, kendi kültürleri ve özgürlükleri bağlamında sistemlerin mütehakkim mantığına karşı yürüttükleri savaş  ya da özne siyaseti, demokrasinin var olabilmesinin koşullarını yaratma ve sürdürme siyasetidir.
 
Touraine göre özgürlük arzusu bireyliği, kültürel kimlik özelciliği (particularism) ve akıl ise evrenselliği temsil eder.

Touraine göre demokrasinin boyutları: Temel Haklara Saygı, Vatandaşlık, Siyasal liderlerin temsil edilebilirliği,

Toplumla İlgili Hareketler: Toplumsal, siyasal veya kültürel bakımdan müspet amaçlara sahip olan ve ahlaki bir çağrıyı toplumsal olarak tanımlanmış bir toplumsal aktör ile diğeri arasındaki açık bir çatışma ile birleştiren hareketlerdir.

Tarihsel Hareketler: Egemen sınıfa değil, seçkin bir gruba meydan okuyan ve halkı devlete karşı harekete geçirmeye çalışan hareketlerdir.

1973 tarihli bir çalışmasında, kendi tabiriyle "toplum sosyolojisi yerine aktörler sosyolojisini"  koyacak ve böylece sosyolojide mevcut olan nesnel-öznel ya da sistem-eylem kuramları şeklindeki yanlış bölünmeyi aşacak yeni bir kuram geliştirmeye çalışır.

İktisadi bir doktrin olarak liberalizm serbest ticari ve ekonomide bireysel girişimcilikte devlet müdahelesinin olmaması gerektiği anlamına gelen laissez-faire (bırakınız yapsınlar) düşüncesini savunur. Kültürel bir doktrin olarak liberalizm hoşgörüyü ve akılcılığın çeşitli oluşunu savunur. 

Cemaatçilik klasik liberalizm ile kolektivizm arasında bir orta yol bulmaya çalışan bir toplumsal kuramdır. Cemaatçiler hem klasik liberalizmin aşırı bireyciliğine hem de kolektivizmin aşırı toplumculuğuna karşı çıkarlar.

Touraine temel bölünmenin ve çatışmanın artık üretim araçlarının mülkiyeti ve denetiminden kaynaklanmadığını, aksine bilgiye erişme ve kullanma gücünden kaynaklandığını savunur.

Modernleşmeyi çok genel hatları ile tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş olarak ifade etmiştir.

Taouraine sosyologların toplumsal değişim hareketlerini, onların içinde doğrudan yer alarak inceledikleri "sosyolojik müdahalecilik" yöntemini önerir.

Touraine göre  Rönesans'tan Fransız Devrimi ve büyük ölçekli sanayileşmeye kadar olan dönem klasik modernliğin aşamasıdır.

20.yüzyılın faşist ve sosyalist rejimleri totoliteryen rejimlerin örneklerini teşkil ederler.

Sanayi Sonrası Toplum - Daniel BELL

FELSEFE Ders Notları 3
Çağdaş Sosyoloji Kuramları
Sanayi Sonrası Toplum - Daniel BELL

İçinde bulunduğumuz çağın, tanık olduğumuz toplumsal değişmenin niteliklerini belirlemek oldukça zor görünmektedir. Bugüngen geçmişe baktığımızda sosyolojinin gelişmesine neden olan sanayi devrimi ve sanayi toplumunun yarattığı dönüşümleri anlamak için sosyolojinin kurucu isimlerinin sosyoloji teorilerini anlamaya ve yorumlamaya çabalarken eksiklerini ve eleştirilebilecek yanlarını tesbit edebilmek kimi zaman eğlenceli bir uğraş halinede gelebilmektedir. Öte yandan kurucu sosyologların en önemli özellikleri içinden geçtikleri olağanüstü değişim ve dönüşüm dönemine karşın bugüne dek kalıcılığını koruyabilen çalışmalar ortaya koyabilmiş olmalarıdır. Zamana karşı direnen klasikleşmiş çalışmaların odak noktası ise sanayi devriminin ortaya çıkardığı sanayi toplumunun neden olduğu toplumsal değişimlerdir.

Daniel BELL'in Sosyolojisi
Daniel Bell'in sosyolojisinin temel amacı "kuramdan çok toplumsal çözümlemeye" ağırlık vermesidir. Sosyolojide varolan bir yaklaşımı temsil eden bu tarz toplumsal önkestrim (social forecasting) olarak adlandırılmaktadır. Toplumsal önkestirim, klasik sosyoloji perspektifinin bir parçası olan makro kuramsal perspektif ile günümüz koşullarını dile getiren, yenilenmiş "uygun" ve "kullanışlı" bir sosyoloji ilgisini harmanlar. Bell toplumsal olayların ve olguların tahmin edilmesiyle önkestirimi birbirinden ayırır.  Ona göre tahmin olayların sonuçları ile ilgilenirken, toplumsal önkestirim tarihsel eğilimler dizgesinin olasılıklarının ana hatlarını çıkarmaya çalışır. Daniel Bell için sosyolojik kuram, toplumsal yapı içindeki kalıpları (patterns) ve bu yapının sözkonusu olduğu değişimleri tanımlamakla yükümlüdür. Kuram, toplumsal eğilimleri önkestirebilecek kapasitede olmalıdır. Bell, 1950'lerde ortaya çıkıp  R.Aron ve J.K.Galbraith gibi önemli isimler tarafından benimsenen yakınlaşma (convergence) teorisinin önde gelen temsilcilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Yakınlaşma teorisine göre toplumsal organizasyonların teknik ve ekonomik zorunlulukları toplumsal yapının biçimlenmesinde siyasal  ideolojilerden çok  daha etkilidir.

Daniel Bell sosyolojinin belli oranda geleceğe dönük çıkarımlarda  bulunmasının sosyal bilimsel, olgusal temelleri olması gerektiğini ve geleceğe dönük dayanıksız çıkarımlardan ayrı değerlendirilmesi gerektiğini ile sürmektedir.

Sosyoloji teorileri içerisinde Bell'i bir yere oturtmak gerekirse, geliştirmeye çalıştığı sanayi sonrası toplum kavramında ve kapitalizmin kültürel çelişkileri tezinde yapısal işlevselcilik ve çatışmacı yapısalcılığın bir karışımı olarak karşımıza çıkmatadır. Bell "kapitalizmin kültürel çelişkileri" adlı eserinde Batı uluslarının toplumsal yapılarının  ve kültürel formasyonlarının evrimini ele almış ve üretim ve tüketim alanları arasında bir ayrışma olduğunu ileri sürmüştür. Bell'e göre üretim ve tüketimin temel değerleri farklıdır.  Üretim çalışma etiğine ve tatminin ertelenmesi ilkesine dayanırken tüketim hedonizme (hazcılığa) ve kişisel tatmine dayanır. Bu argüman sosyal sistemleri nispeten sabit bir normatif çerçeve içinde bütünleşmiş sistemler olarak gören işlevselcileğe yönelik bir eleştiridir. Çünkü Bell'e göre kapitalizmin ahlaki değerleri belirsiz ve kaygandır ve böyle olmayada devam edecektir.

Daniela Bell'e göre ideoloji seküler bir dindir: Hayatın tüm yönlerini dönüştürmeye çabalayan, "tutkuyla aşılanmış" bir düşünce setidir. İdeoloji düşünceleri toplumsal hareketlere dönüştüren önemli bir işlevi yerine getirir. Bell'e göre bu konuda din çok daha etkilidir. ancak Bell bugün ideolojilerin bittiğini vurgular.

Daniel Bell'e göre sanayi öncesi toplumlarda; toplumsal yaşam birimi geniş hane yapısıdır. Bu yapı el emeğini ve çoğunlukla göreli olarak çok sayıda ev içi hizmetçi kullanımını kapsamaktadır.

Bell'e göre 19.yüzyılında başındaki sanayileşmenin ortaya çıkardığı yeni toplumsal formasyonun özelliklerini sanayi toplumu kavramını kullanarak açıklayan ilk sosyolog Saint Simon'dur.

Bilgi post endüstriyel toplumlarda gücün temel kaynağıdır.

"Sanayi sonrası toplum" kavramının yerine alternatif olarak kullanılan kavramlardan bazıları şunlardır;
  • Post endüstriyel toplum (en temel kurumu üniversitelerdir.)
  • Bilgi Toplumu
  • Kıtlık sonrası toplum
  • Network Toplumu
Daniel Bell'in sanayi sonrası toplumu değerlendirmede kullandığı temel boyutlar:
  • Hizmet Ekonomisinin oluşumu
  • Profesyonel ve teknik sınıfın üstünlüğü
  • Teorik bilginin önceliği
  • Teknolojinin Planlanması
  • Yeni entellektüel teknolojinin yükselişi
Daniel Bell'in sıraladığı önkestirim alanları: Teknolojik, Demografik, Ekonomik, Siyasi, Toplumsal

Bell'e göre İdeolojilerin bitmesinin nedenleri:
  • Sosyalist rejimlerin kendi halklarına karşı uyguladıkları şiddet içerikli baskılar
  • Kapitalist pazarın en olumsuz etkilerinin iyileştirilmesi ve refah devletinin ortaya çıkışı
  • İnsan doğasının mükemmel olduğunu vurgulayan romantik felsefelerin yerine insanlığın varoluşuna stoacı yaklaşan yeni felsefelerin ortaya çıkışı
1958'de Dawid Riesman'ın "endüstri ötesi toplumu","boş zaman toplumu" olarak adlandırılmıştır. 

Sanayi sonrası toplumun tanımlayıcı ekseni bilginin üstünlüğüdür.

Ritzer Bell'in sanayi sonrası toplumla ilgili olarak öne sürdükleri hem endüstri hem de endüstri öncesi toplumları kapsayan çok geniş bir toplumsal değişme süreciyle ilişkilendirildiğine dikkat çekmiştir.

Sanayi sonrası toplumun en temel karakteristik özelliklerinin görüldüğü alanlar: Teknoloji, Ekonomi ve Toplumsal yapıdır.

Bell'e göre post-endüstriyel toplumun endüstriyel açıdan özelliği; mal üretiminden hizmet ekonomisine geçiştir.

Bell'in çağdaşları olarak sayılabilecek isimler arasında: Thomas Kuhn, Kleinberg ve Alain Touraine yer almaktadır.

Bell'e göre sanayi sonrası toplumların önemli insanları: mühendisler, bilimadamları, teknisyenler ve entellektüellerdir.

Sanayi sonrası toplumlarda imalat sanayi yerine ticaret, finans, sigorta, gayrimenkul, bireysel ve profesyonel hizmetler ile alım satım onarım hizmetleri ve genel devlet işlerini kapsayan hizmet sektörü, toplam üretim içinde daha büyük bir paya sahiptir.

Endüstri sonrası toplumlarda öne çıkan metodolojiler: Soyut Teori Modelleri, Simülasyonlar, Sistem Analizleri

Sanayi sonrası toplumun iki temel özelliği bulunmaktadır. Bunlar;
  • Bilim ve akıl yürütmeye dayalı değerlerin rolünün toplumun temel kuramsal gereksinimleri olarak öne çıkarması
  • Kararların daha teknik bir nitelik kazanması, böylece de bilimcilerin ve ekonomistlerin politik sürecin içine daha doğrudan girmeleridir.
Bell'in "Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi" kitabında belirttiği işevsel "situs"lar şunlardır:
  • Bilimsel
  • Tekno-Mantıksal
  • Yönetimsel
  • Kültürel
Bell'in Sosyolojisinde Kültür
20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren kültür, değişimi teşvik etmektedir ve ekonomide bu değişim arzusunu yerine getiren bir araç haline gelmiştir. Kültürün bağımsız ve özerk bir kurum haline gelmesi Bell'e göre sosyoloji disiplini için sorun teşkil eder.

Post-endüstriyel toplumun ekonomik meselelere odaklı toplumsal yapısında rasyonalite ve verimliliğe yönelik bir ilgi hakimken kültürel alanda irrasyonel, kendini gerçekleştirme ve tatmin etme ilkeleri hakimdir. Bell, böylesi bir kültürün verimliliğin ve rasyonalitenin egemen olduğu bir toplumsal yapıya aykırı düştüğünü savunur ve bu noktada irrasyonel ve hedonistik düşüncelerle ilişkilendirdiği post-modernizmi eleştirir.

Sanayi Sonrası Toplum Teorisine yönelik Eleştiriler
Bell sadece en tepedeki yapılarla ilgilenir. Yeni bilgiden, yeni bir yönetici elitten bahseder; toplumun bütün değer sisteminin değişip değişmediği meselesi ile ilgilenmez.

Sanayileşme sonrası toplum kavramını ciddiye almak için bu meselenin de  ele alınması gerekir. Örneğin sanayileşme beraberinde aileye ilişkin ciddi dönüşümleri getirmiştir. Aileyle ilgili en belirgin dönüşüm, sanayileşmenin iş ve aile arasındaki bağı bütünüyle değiştirmesinde gözlemlenir.

İmalata dayalı üretimin yerine hizmete dayalı bir ekonominin aldığı bu yeni ekonomik yapıda, Bell, mavi-yakalıların ekonomideki ağırlığı azalırken işgücü içindeki etkinliğinin belirgin bir biçimde arttığını iddia etmektedir.

Sanayi sonrası toplum teorisine yöneltilen eleştirilerin odak noktası "sınıfsal eşitsizliğin kalıcılığı, sınıf çatışması, ekonomik kaynakların birkaç elde yoğunlaşması, beyaz yakalı işcilerin vasıfsız niteliğe ve tüm mesleklerde profesyonelleşme normunun sulandırılmasıdır."

Bilginin Kaynakları Sorunu Usçuluk

FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Bilginin Kaynakları Sorunu Usçuluk

Güvenilir ve kesin bilginin temelinde insan aklının yattığı veya gerçekliğin kavranmasının ancak akıl yoluyla olabileceği tezini ileri süren akıma usçuluk denir.

Deneyimciliğin karşıtı olan usçuluğa göre bilgimizin tek kaynağı duyu verileri veya algılar değildir. Felsefi bir görüş olan usçuluk insan aklının kendisinin bilginin temel bir kaynağı olduğunu veya bilginin ortaya çıkmasında insan aklının yapısının özsel ve şekillendirici rol oynadığını savunur.

"Akılcı" Deyimi günlük dilde sıkça dile getirilir ve "mantıklı" ,"zeka belirtisi taşıyan" ,"akla uygun yöntemler izleyen" gibi anlamlara gelir.

Usçuluk akımına göre, insan aklının kendisi bilginin temel kaynağıdır.

Nous, çağdaş dillere çevrilmesi oldukça zor bir deyimdir. "zihin", "kavrama", "sezgi" ve "akıl" olarak çevrilmiştir. Bu çevirilere bakınca "nous"un oldukça öznel bir yön içerdiği sanılabilir. 2500 yıl önce yaşamış olan Anaxsagoras, nous'un evrenin başlangıcındaki kaos'u düzenleyen ve evrenin düzen içinde bir başlangıç yapmasını sağlayan bir tür güç olduğunu düşünmüştür. 

Eski Yunan'da "nous" kavramının kullanımları:
  • Ruhun ölümsüz ve akıl içeren kısmı
  • Tanrısallığa yakın olan işlev
  • Algılanamayan maddesel güç
  • Akıl
Anaxsagoras'ın Nous'u: Ruhsal veya zihinsel olmaktan ziyade, algılanamayan maddesel bir güç veya ilke olarak tasarlanmıştı. Ona göre, görülebilen nesnelerden daha "ince" bir yapıda olan nous, başlangıçtaki işlevine ek olarak, nesnelere girerek onların devinimini veya gelişimini düzenlemekteydi. Anaxsagoras'ın temel felsefi amacının, evrenin "akılsal" yönünü açıkca ifade etmek ve evrendeki değişimlerin olanaklılığını açıklamak olduğunu söyleyebiliriz.

Platon, nous'u ruhun ölümsüz ve akıl içeren kısmı olaran tanımlamıştır.

Platon'u izleyen Aristoteles, hem sonlu hemde ölümsüz yönleri olduğuna inandığı nous'u bizim anladığımız "akıl" kavramına yakın bir şekilde ele alır ve bu kavramı "algı"dan ayırır. Aristoteles'e göre, insanlardan bulunan nous'un ölümden sonrada varlığını sürdürebilen kısmı , anlama ve bilme işlevlerini olanaklı kılar ve bizi diğer canlılardan farklı bir konuma getirir.

Modern felsefenin kurucusu olan Descartes, önde gelen usçulardandır. Pek çok usçu gibi Descartes'da insan zihninin doğum anında belli "içeriğe" sahip olduğunu düşünür. İdealarımızın bazıları algısal yollardan oluşur ancak Descartes'a göre, çok önemli bazı idea türleri deneyim yoluyla edinilemez. Tanrı ideası veya mükemmel bir daire  ideası bu türden bir bilişsel durumdur.

Descartes'a göre, algı ve matematik de dahil olmak üzere, bize en güvenilir görünen bilgi türlerinin doğruluğundan bile şüphelenme olasılığı bulunmaktadır.

Düşünme işlevi düşünen bir şeyin olmasını gerektirir. Ve bu şekilde Descartes o bilinen sloganına ulaşır: "Düşünüyorum, o halde varım." (Cogito ergo sum.). Descates'e göre insan bilgisinin en önemli unsuru budur.

David Hume'a göre, biz temel olarak iki tür  bilgi sahibi olabiliriz. Duyu verilerine dayanan deneyimsel bilgi ve mantıksal bilgi. Eğer bu doğruysa metafiziğin veya genel olarak felsefenin herhangi bir bilgi verme olasılığınınolmadığı ortaya çıkar. Bunun nedeni, felsefe yaparken kullanılan önermelerin ne dünyada gözlemlenebilen olgulara ne de mantıksal bağıntılara karşılık gelmesidir. Kant, deneyimciliğin bu yönüne karşı çıkar ve felsefenin veya metafiziğin olanaklı olduğunu savlar.

Kant'ın önerisi, daha önce denenmemiş bir "düşünsel deney" yapmaktır. Bu deney aynı Kopernik'in dünya merkezli astronomik sistem yerine güneş merkezli sistemi önermesi gibi, nesnel merkezli metafizik projeler yerine öznenin bilişsel rolünü merkeze alan bir kuramı öne sürmektir. Kant'ın devrimsel görüşüne göre bilen özge edilgen değil etkendir. Başka bir deyişle, "öznenin zihinselliği" bizim neyi nesne olarak aldığımız ve bildiğimiz konusunda belirleyici rol oynar. Bu anlamda, geleneksel epistemolojik görüşler önemli bir hata yapmaktadırlar.

David Hume'un ve diğer deneyimcilerin haklı olduğu bir nokta, "bilginin malzemesinin" algı verileri yoluyla geldiğidir.

Kant, her varlık türüne göre görünen dünyanın, o varlık türünün zihinsel özellikleri tarafından belirlendiğini savlar. Kant, öncelikle analitik ve sentetik cümleler arasında bir ayrım olduğunu söyler. Analitik cümlelerde cümlenin yüklemi öznede zaten var olan bilgilere yeni bilgi katmaz. "Siyah kediler siyahtır." ve "Bekarlar evli olmayan insanlardır." analitik cümlelerdir çünkü bu cümlelerin özneleri yüklem bölümünde  içerilen tüm bilgileri zaten içerirler.

Analitik ve Sentetik ayrımı: Cümle yapısı ile ilgilidir. Analitik cümleler dünyaya ilişkin yeni gözlemsel bilgiler içermezken sentetik cümleler yüklemleri öznede içerilen bilgilerin ötesine geçen cümlelerdir.

Sentetik cümleler bizim dünyaya ilişkin bilgimizi genişletirler. Analitik cümleler ise ya içeriksel olarak boşturlar ya da kavramsal arası ilişkileri ortaya koyarlar. Yani deneyimsel olarak yeni bir bilgi taşımazlar.

Epistemolojik açıdan önemli bir başka ayrımda "a priori" ve "a posteriori" ayrımıdır. Analitik ve Sentetik çifti cümlelerin yapısını ilgilendirir. A priori ve a posteriori ayrımı ise bilginin edinilme tarzının ayrımıdır.

A priori: bilgi evrensel olarak doğrudur. Ancak tek tek deneyimler yoluyla kazanılamaz.

Aposteriori: Bilginin kazanılması için somut deneyim parçaları gerekir. Gözlemsel bilgilerimizin tümü a posterioridir.

Bu iki deyim latincede olup, a priori deneyimi önceleyen, a posteriori deneyimle gelen anlamlarında kullanılır.

Sentetik a priori, diğer olası bileşimler arasında en ilginç ve felsefi açıdan en önemi olandır.

Eskiçağda Etik

FELSEFE Ders Notları 3
ETİK
Eskiçağda Etik

Eskiçağ, uygarlık tarihi bakımından insanlığın geniş ve kapsamlı bir dönemini ifade eder. 
İlk akla gelen örnekler  Eski Mısır, Çin ve Hint  uygarlıklarıdır.

Eskiçağda etik görüşleri 4 başlık altında ele alınır.
  1. Sokrates ve Sokratesçi Okulların görüşleri
  2. Platon’un görüşü
  3. Aristoteles’in görüşü
  4. Stoa Okulunun ve Epikouros Okulunun görüşleri
Sokrates ve Sokratesçi Okulların Görüşleri
  • Sokrates, iyi ve mutlu yaşam erdemin bilgisine bağlı,
  • Sokrates erdemin ne olduğunu araştırmıştır,
  • Erdemin bilgi olup olmadığını araştırmış,
  • Erdem Bilgiyse öğretilir değilse öğretilemez
Sokratesçi Okullar

Sokrates'in kendisi bir okul kurmamıştır. Öğrencileri tarafından 4 tane okul kurulmuştur:
Megara Okulu, Elis-Eretria Okulu, Kyrene Okulu ve Kynik Okulu.
  • Kynik Okulu, yaşamda aranan ve istenen iyinin erdem olduğu,
  • Erdemin iyi ve mutlu yaşamın koşulu olduğu,
  • Hazzın sanıldığı gibi iyi olmadığı ve haz karşısında bağımsızlaşmak gerektiğini savunmuştur.
  • Kyrene Okulunda (Hazcı Okul) ise hazzın biricik iyi olduğu, iyi ve mutlu yaşam için olabildiğince haz elde ederek yaşamanın doğru olduğu ileri sürülmüştür.
Platon'un Görüşü
  • Platon da erdemi, iyi ve mutlu yaşamın koşulu olarak görmüştür.
  • Bunun için ilkin erdemin bilgisine varmak istemiş, bunu da ana erdemlerin hepsini kapsar nitelikteki adaletin ne olduğunu araştırarak belirlemeye çalışmıştır.
  • Adalet, her şeyden önce, bilgelik, cesaret ve ölçülülük üç ana erdemle birlikte sitenin erdemini tamamlayan erdemdir.
  • Adalet, "herkesin kendi işiyle uğraşması", kendi işini yapmasıdır.
  • Sitede, ölçülülüğü, yürekliliği ve bilgeliği arayıp bulduktan sonra, adalet bütün bu erdemlerin sitede doğmasına ve devamlılığına imkan verir.
Platon adı, Platon'un takma adıdır.
Platon Sokrates'in öğrencisidir ve Akademia’yı kurmuştur.
Kharmides adlı diyaloğun yazarı Platon’dur.
Platon etik sorulara çok önem vermiştir.
Platon’a göre "idea"nın bilgisine ulaşma konusunda herkes aynı yatkınlıkta değildir.
Platon insan ruhunu üç kısma ayırmıştır.
Platon, Devlet'te ve Yasalar'da erdemin öğretilebilir olduğunu düşünmüştür.

Platon'a Göre Ana Erdemler

Bilgelik: Sitenin/Yönetimin ilk erdemidir. Doğru, uygun ve isabetli kararlar alabilmek için gereken bilgiyi ifade eder.

Adalet: Bir yönetimi yada siteyi iyi kılma konusunda önemli bir işleve sahiptir. Sitede Adalet, yönetimi erdemli kılma konusunda bilgelik, ölçülülük ve yüreklilikle baş baş gider.

Logistikon: Ruhun düşünen yanıdır. Alogon, ruhun düşünmeyen yalnızca arzulayan yanıdır. Bunlar, insan eylemlerine ve tutumlarına  baktığımızda bir bakıma hemen belirlenen kısımlardır. Kısacası ruhun kısımlarından biri akıl diğeri ise arzular ve iştahlardır.

Aristoteles'in Görüşü (Ontoloji ve Etiğin Kurucusu)
  • Aristoteles, yalnız kendisi için amaç olması, en iyi, en istenir şey olması nedeniyle mutluluğun ne olduğu sorusunu sorar. Mutluluk, nedir peki? Mutluluk ruhun erdeme uygun etkinlikte bulunmasıdır. Aristoteles iyi ve mutlu yaşama önem vermiştir. Aristoteles "iyi"yi, "her şeyin arzulandığı şey" diye ifade etmiştir.
Aristoteles'in mutlulukla ilgili fikirleri:
  • Mutluluk ruhun erdeme uygun etkinliğidir.
  • Mutluluk en iyi, en güzel, en hoş şeydir.
  • Mutluluk kendisi için istenen bir şeydir.
  • Erdeme uygun işler yapmak insan mutluluk verir.
Aristoteles erdemlerin 2 türünü belirler:
  • Düşünme yetisinin (dianoia) erdemleri: Teknik Bilgi, Felsefi bilgi ve bilim, Pratik Bilgi, Akıl, Felsefi Bilgelik
  • Karakterin (ethos) erdemleri ya da etik erdemler: Cesaret, Cömertlik, Yüce Gönüllük, Adalet
Erdem, yalnızca doğru akla uygun bir huy değil, aynı zamanda doğru akılla giden bir huydur.

Aristoteles insanın bilme etkinliklerini üçe ayırır:
  • Teorik Etkinlikler: Fizik, Matematik ve ilk Felsefe
  • Pratik Etkinlikler: Etik ve Politika
  • Poietik Etkinlikler: Ürün ya da eser ortaya koyan etkinlikler
Stoa Okulunun ve Epikouros Okulunun Görüşleri:
  • Stoa Okulu için de erdem iyidir ve iyi yaşam için yapılacak tek şey erdemli yaşamaktır.
  • Erdemli yaşamak ise doğaya ya da akla uygun yaşamaktır.
  • Doğaya aykırı yaşamak insanı mutsuz kılar.
  • Epikouros için de iyi ve mutlu yaşam için insanın doğayla bağı önemlidir.
  • Doğayı ve onun atomlardan oluşan yapısını tanımak insanı yersiz korku ve kuruntulardan kurtarır.
  • Episkouros acısızlık durumu olarak anladığı hazzın önemini belirtir ve yaşamda bu anlamda hazzı amaç olarak benimser.
Etik görüşler ve etik anlayışlar

Eskiçağda etik soruları ele alan filozoflar: Sokrates, Platon ve Aristoteles'in yönelimi ile Sokratesçi Okulların, Stoa Okulunun ve Epikouros Okullarının yönelimleri farklı özelliktedir. Sokrates, Platon ve Aristoteles’in sordukları sorular ilkin etiğin iyi, erdem, mutluluk, adalet, eylemler gibi ana kavramlarının bilgisini ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Stoa Okulunun ve Epikouros Okulları ise, etiğin nesne alanının ana kavramları olan bu kavramları değil, iyi ve mutlu yaşamın koşullarının neler olabileceğini soru konusu yapmışlardır. Bu okulların etik tarihine katkısı iyi ve mutlu bir yaşam için en doğru görünen ilkeleri getirmek olmuştur.

Örneğin, Stoa Okulunun akla ya da doğaya uygun yaşama ilkesi, Epikouros'un doğanın yapısını bilerek yaşama ve ölüm korkusu karşısında takınılacak doğru tavrın ne olduğuyla ilkesi bu türden ilkelerdir. 

Etik Tarihinde Ana Yaklaşımlar

FELSEFE Ders Notları 3
ETİK
Etik Tarihinde Ana Yaklaşımlar

Kant'ın etik görüşünün ana kavramları: Yasa, Ödev, Özgürlük, İyi İsteme

Etik ilişkilerde Marx Scheler ve Nicolai Hartman "değerler" kavramına, İonna Kuçuradi ise "değer" ve "değerler" kavramlarına dayalı bir etik görüş ortaya koymuşlardır.

Mutluluk sorununu ilk kez Demokritos ele almıştır. Demokritos varlığın yapısı konusunda "atom" düşüncesini ortaya atmış, olaylar durumlar karşısında diğer kişilerle ilişkilerimizde "doğru tavır ve duruşun" ne olması gerektiği konusunda düşünmüştür.

Demokritos öncelikle kişinin, yaşananlar ve olan bitenler karşısında içine düştüğü durumları ifade eden "duygulanımları" yenmeyi önerir.

Demokritos'a göre mutlu ve iyi yaşam hazza, hazzın gelişigüzel elde edilmesine ve ölçülülüğe bağlıdır. Mutlu ve iyi yaşam için olmazsa olmaz koşul ölçülülüktür.

Sofistler etik tarihi bakımından doğrudan ele alınacak görüşler ortaya koymamışlardır. Fakat koydukları bilgi görüşünün hem eski çağda ortaya çıkan hazcılığın hemde 18.yüzyılda geliştirilen faydacılığın doğup gelişmesinde etkili olduğu söylenebilir.

Sofistlerin bilginin göreceli olduğunu savunan görüşünü dile getiren Protogaras ve Gogias'dır.

"Her şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse senin için de öyle" deyişiyle her şeyin ölçüsünün insan olduğunu vurgulayan Sofist Protogoras'tır.

"Hiç bir şeyin var olmadığını, var olsa bile bilinemeyeceğini, bilinse bile  bu bilginin başkasına iletilemeyeceğini belirten Sofist Gorgias'dır.

İyi ve mutlu yaşam için hazzı temel alan yaklaşımın ilk örneği, Sokratesçi Okullar'dan Kyrene Okulu'dur. Aristippos bu okulun  kurucusudur. Hazcı okul ya da Hedonizm ismiyle de bilinen Kyrene Okulu'nun başlıca düşüncesi "Yaşamda haz, başlı başına kendisi için amaçtır. Dolayısıyla haz iyidir." İyi Nedir? sorusunun yanıtını "iyi hazdır" şeklinde ifade etmişlerdir. Kyrene Okuluna göre yaşamda en temel şey haz'dır ve canlı varlığın yaşamının ana amacıdır. 

Epikouros'a göre insan için iyi olan tek şey  sadece haz'ken; kötü olan tek şey acıdır. Epikouros maddi hazlara öncelik vermiştir. Epikouros hazzı yaşamda ana amaç olarak görür. İnsanı mutlu yapan şey erdmein kendisi değil, verdiği hazdır ancak.

Mutluluk ve hazzı temel alan anlayışın Eski Çağ'da sürekliliğini korumamasının nedeni: iyi yaşamı hazda görmenin doğurduğu bazı soruların filozofları hazza dayalı mutluluk anlayışı ve buna dayanan eylemler üzerinde düşünmeye yöneltmesidir. Hazza dayalı mutluluk anlayışını sıkı bir şekilde eleştiren filozoflar Sokrates ve Platon'dur.

Etik tarihinde hazzı ve buna bağlı mutluluğu temel alan anlayışın benimsenmediği dönem Orta Çağ'dır.

"Sokrates" etik tarihinde iyi ya da mutlu yaşamın ve doğru eylemin bilgi ile ilişkisini doğrudan ele alan ilk filozoftur.

Sokratesçi bir okul olan Kynik Okulu erdemi temel alan bir yalaşım benimsenmiştir. Kurucusu Antisthenes'dir. Antisthenes "iyi"  ve "mutlu"  yaşamın "doğru eylemin" yolunun haz karşısında bağımsızlaşmaktan geçtiğini düşünmüştür. Bu bağımsızlaşmayı gerçekleştirebilecek tek şey ise erdemdir.

Platon erdemi siyaset etkinliği bakımından yaşamın merkezine almıştır. Platon "Devlet - Politeia" adlı kitabında iyi ve mutlu yaşam için, doğru eylem için kilit noktası olarak insanın toplumda ve kamu işlerinde doğru eylemde bulunmasının, iyi ve mutlu yaşamasının olmazsa olmaz koşulu olarak gördüğü adalet üzerinde durur. Çünkü adaleti araştırmak iyi ve mutlu bir yaşam için gereken doğru eylemde bulunabilme konusunda gereken erdemin bilgisini ortaya koyabilmek için ilk ve temel çıkış noktasıdır.

Stoa Okulu: Aristoteles'ten sonra etiğin araştırma alanı olarak devam etmesinde etkili olan önemli bir felsefe okuludur. Kurucusu Kıbrıslı Zenon'dur. 

Stoa Okulunun Dönemleri: Eski Stoa Dönemi, Orta Stoa Dönemi, Roma ya da İmparatorluk Dönemi

Stoa Okulunun Temsilcileri: Kıbrıslı Zenon, Kleanthes, Kyryssipos, Panaitios, Poseidonios, Seneca, Epikletos, Marcus, Aurelius Antoninus'tur.

Aydınlanma yüzyılı veya felsefe yüzyılı  da kabul edilen 18.yüzyılda yeni arayışlar içine girilmesinin nedeni; insanın kendini doğru şekilde bilmesi, tanıması, anlaması ve anlamlandırmasını sağlamaktır.

Temellerini Eski Çağ'dan alan faydalı temel anlayış 18.yüzyılda başlayan yeni eğilimlerde kendini göstermiştir.

Faydacılık adıyla bilinen yaklaşımın temellerini Jeremy Bentham atmış ve daha sonra bu anlayış James Mill ve John Stuart Mill tarafından geliştirilmiştir. John Stuart Mill faydacılığı "her şeyi hazza, hem de kaba bir hazza indirgeyen " bir anlayış olarak görmenin doğru olmadığını vurgulamıştır.

Etiğin bir bilgi alanı olmadığını, olamayacağını dolayısıyla felsefe dılında tutulması gerektiğini savunan düşünürler: H.Reichenbach, A.J Ayer ve R.Carnap.

ETİK Nedir?

FELSEFE Ders Notları 3
ETİK
Etik Nedir?

20.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Mantıkçı Pozitivizm veya Yeni Pozitivizm isimleriyle bilinen Viyana Çevresi'nin başlıca temsilcileri Moritz Schick, Rudolf Carnap, Hans Reichenbach ve Otto Neurath'dır.

Etik sözcüğü eski Yunanca "ethas" sözcüğünden gelir. "ethas" karakter ve huy anlamına gelen etik "kişiye bağlı, kişiyle ilgili bir durumu, ona özgü olan bir tarafı" ifade etmektedir.

Herakleitos'a göre "Huy insan için daimondur", Herakleitos, "Bir insanın ethos'u onun daimon'udur." demiştir.

Stoacılara göre davranışların kaynağı ethos'dur.

Moralis sözcüğünü ilk kullanan Cicero'dur.

Etiğin temellerini atan filozof olarak Sokrates kabul edilmektedir. Sokrates'e göre "Sorgulanmamış bir yaşam yaşamaya değmez".

Demokritos "doğru yaşamın koşulları"  üzerine düşünmüştür. Buna göre doğru yaşamdan anlaşılan şey dinginlik, esenlik ve huzur içinde bir yaşamdır.

Demokritos'a göre mutluluğu ifade eden ana kavramlar şunlardır:
  • Euthymia: İç dünyamızın iyi durumda olması
  • Ataraksia: İç dünyamızın sarsılmaz halde olması
  • Eudaimonia: İç dünyamızın iyi durumda ve sarsılmaz halde olmasının birlikteliğinden gelen mutluluk.
Etik terimi felsefenin ilk temel alanlarından biri olan bir bilgi alanını adlandırırken; ahlak terimi tarihsel ve toplumsal bir olguyu adlandırmaktadır.

Etiğin yöneldiği temel sorular şunlardır:
  • Adalet Nedir?
  • Erdem Nedir?
  • Doğruluk veya Adil olmak Nedir?
Ahlaklılık normları, ahlak normlarından farklıdır. Ahlaklılık normları ile ahlak normları arasındaki farklılık "Ahlaklılık normları yerel değil, genel normlardır."

"Dürüst olmak gerekir" yada "İnsanlara eşitsiz muamele etmemek gerekir." gibi her yerde söz konusu olabilecek davranış ilkelerine daha  çok meslek etiklerinde rastlanmaktadır. "Hastaya zarar vermeme", "gizlilik" gibi tıp etiğine ait ilkeler, "tarafsız olma", "doğru haber verme" gibi basın etiğine ait ilkeler bu normlara örnek olarak gösterilebilir.

Etiğin başlı başına bir alan olmasını sağlayan filozoflar: Sokrates, Platon, Aristoteles

18.yüzyılda etik alanında ortaya çıkan yeni kavramlardan başlıcaları şunlardır: "İyiyi isteme", "ödev", "sorumluluk", "yükümlülük", "gereklilik", "değerler", "anlamlar" ve "amaçlar".

Etiğin  psikolojiyle kesişen konuları şunlardır.
  • Kaygı, korku, acı çekme, kıskanma gibi duygu ve yaşantılar
  • Seçme veya karar verme gibi edimler
  • Kişiler, kişilik yapıları, kişi bütünlükleri ve kişiler arası ilişkiler
Etiğin en parlak dönemi Eski Çağ'dır.

Aristoteles'in ölümünden sonra felsefenin theoria yönünün zayıflaması, 525 yılında Doğu Roma İmpparatoru Justinianus'un Atina'daki Akademia'yı Hristiyanlığa aykırı olduğu gerekçesiyle kapatması insanın dünyayla ilişkisini köklü bir değişime uğratmıştır. 

Yeni Çağ'da etiğin tekrar önem kazanmasına  katkı sağlayan düşünürler: Francis Bacon, Rene Descartes, Baruch Spinoza

"İyi"yi bu dünyaya ilişkin bir kavram olarak incelemek ve etik araştırmalarda bilgiyi temel almak gerektiğini düşünen filozof Francis Bacon'dur.

Rene Descartes, Eski Çağ'da Stoa Okulu'nun düşüncelerini özellikle "duygulanımlar" konusu bakımından yeniden ele almış , erdemler konusuna eğilmiştir.
"Etica" adlı kitap Spinoza'ya aittir.

Etiğin yeniden önemli bir alan olarak tam anlamıyla ortaya çıkışı 18.yüzyılda olmuştur. Bu konuda önde gelen düşünürler; John Locke, Shaftesbury, Francis Hutcheson ve David Hume'dur.

Etiğin Eski Çağ'dan sonra yeniden doğuşu ve gelişimi konusunda asıl dönüm noktası Immanuel Kant'ın çalışmalarıyla gerçekleşmiştir.
Mutlu ve iyi yaşamın ne olduğunun araştırılması filozofları "erdem nedir?" sorusunu araştırmaya yönlendirmiştir. Bu nedenle filozoflar "erdemin bilgi olup olmadığı"; "bilgiyse nasıl bir bilgi olduğu" gibi sorularla ilgilenmişlerdir.

Aristoteles'e göre "Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler". Bilmek, insanın en temel gereksinimidir. Varlığını sürdürebilmek için insan, doğal olarak ilişkide olduğu var olanları bilmek zorundadır.

Aristoteles'e göre insanın bilgi ile bağı, kendini var etmek, kendine bir dünya kurabilmek içindir. Bundan dolayı kendine özgü doğal yetilerine bağlı bilgi edimleriyle çeşitli etkinlikler gerçekleştirir. Bilim, sanat ve felsefe bu etkinliklerin başta gelen örnekleridir.

20.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Viyana Çevresi Mantıkçı Pozitivizm veya Yeni Pozitivizm adıyla da  bilinmektedir.

İoanna Kuçuradi  ahlak  sözcüğünün bağlamlarından hareketle, ahlakın "kişiler arası ilişkilerde davranışlara ilişkin geçerli"  kılınmış "çeşitli değer yargıları sistemleri" olarak karşımıza çıkan bir olgu olduğunu belirtmektedir.

Annemarie Pieper, ahlakın "bağlayıcı olduğu kabul edileerek belirlenmiş olan norm'lardan, "buyruklar"dan, "yasaklar"dan oluştuğunu; "hep bir grubun, bir topluluğun ahlakı olarak karşımıza çıktığını" belirtmektedir.

Bilginin Kaynakları Sorunu Deneyimcilik

FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Bilginin Kaynakları Sorunu Deneyimcilik


Bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olduğunu savlayan epistemolojik görüşe deneyimcilik adı verilir. "duyu verisi" ve "algı"  arasındaki fark, bu bilişsel durumların karmaşıklık düzeyi ile ilgilidir.

İngilizcede günlük dilde kullanılan ve "empiricism"  ile aynı kökten gelen bir diğer kelime "empirical"dir. "Deneyimsel" gibi bir anlama gelebilecek bu kelime ingilizcede insanlar için bir sıfat olarak kullanıldığı zaman "ayakları yere basan", "desteksiz iddialara kulak asmayan", "yalnızca gördüğüne inanan", "gereksiz spekülasyonlara veya soyutlamalara prim vermeyen" gibi anlamlara gelmektedir.

Deneyimciliğin bir diğer önemli felsefi görüş olan olguculuk veya daha yaygın adıyla pozitivizm ile benzerlik taşıdığı görülür. Pozitivizm, genelde, bilginin gözlemsel temelini vurgulayan ve spekülasyondan ziyade bilimsel yöntemlerin ön plana çıkarılmasına ağırlık veren bir düşünce akımı olarak bilinir.

John Locke, David Hume ve George Berkeley bu üç felsefecinin ürettiği fikirler literatürde İngiliz Deneyimciliği olarak bilinen akımın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Zihin, zihinden bağımsız varlık alanını (yani maddesel gerçekliği) bilmeyi nasıl başarabilir.? Descates'ın yanıtı şudur: Zihnin içindeki "idealar" gerçekliğin unsurlarına ilişkin bilgi taşırlar; bu da bizim dünya bilgisi sahibi olmamıza neden olur.
"idea" temel anlamı itibariyle, "içeriği genelde bir nesne veya özellik olan düşünsel yada zihinsel durum" olarak tanımlanabilir.

Descartes ve onu izleyenlerin insan bilgisi konusunda yaptığı araştırmalar, temsil epistemolojisi olarakda bilinen bir düşünme ve sorgulama alanının açılmasına neden olmuştur.

Temsil epistemolojisinin en temel sorunu, bir öznenin kendi zihinsel durumlarından hareketle, zihnin dışında kalan gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşabildiği ve zihninde oluşan temsillerin ve ideaların gerçek bilgi olup olmadığı konusunda ne söylenebileceğidir.

Locke'a göre; algılar olmaksızın ideların oluşması olanaksızdır. İnsan zihni doğum anında "boş levha / tabula rasa" gibidir. Yaşadığımız deneyimler bu boş levhanın üzerine zaman içinde "yazarlar"  ve böylece dünya bilgimiz birikimsel bir şekilde oluşur. Dünya bilgimizin en temelinde duyu algılarından gelen idealar olsa da, insanlar basit ideaları birleştirerek soyutluk derecesi çok yüksek olan idealar edinme kapasitesine de sahiptir.

Locke hem ahlaki boyutta hemde kuramsal düzeyde doğuştan ideaların olamayacağını savlar. O halde, bilgi tümüyle deneyim alanına aittir.

Varlık alanının unsurlarının açıklanması söz konusu olduğunda, Locke'ın görüşünün genel olarak Aristoteles'in metafiziği ile benzerlikler taşıdığı söylenebilir.

Locke'un Ontolojisi
Temel olarak 2 tip nitelik olduğunu savunur. 

Birincil nitelikler, maddesel gerçeklik içinde yer alan ve bizim zihnimizdede temsil edilebilen  özelliklerdir. Örneğin bir nesnenin kapladığı uzam nesnenin fiziksel biçimi, kütlesi ve hareketi nesnenin kendisinde olan ve bizimde algısal olarak bilebileceğimiz niteliklerdir.

İkincil nitelikler ise nesnelerin birincil nitelikleri nedeniyle bizim zihnimizde oluşan etkilerdir. Örnek vermek gerekirse renkler ve kokular bu sınıfa giren özelliklerdir. Biz dünyayı nitelikler yoluyla biliriz. Ancak doğal olarak niteliklerin hiçbir şeye tutunmadan evrende var olduklarını iddia etmek saçma olur. Locke'a göre tikel bir nesne niteliklerden  ve nitelikleri kendinde toplayan bir Tözsel zeminden oluşur. Örneğin bir gül çok sayıda niteliğin bir araya gelmesiyle oluşur. Şekil , büyüklük , ağırlık  renk v.s. ancak nitelikler veya özellikler bir şeyin nitelikleri veya özellikleridir. Locke nitelikleri barındıran zemine Tözsel taban (substratum) adını verir. İnsanlar epistemolojik açıdan  yanlızca nitelikleri bilebilir. Tözsel taban ise bilgi nesnesi olabilecek bişey değildir.

Bilgi konusunda büyük beklentilerin azalması ve dünya bilgisini kesinlik içeren bir yapıda oluşturma iddialarının zayıflaması, genel olarak deneyimcilikle ortaya çıkmış bir durumdur.

Felsefe tarihinde insan bilgisinin "nesnel" temellerine duyulan sağlam inanç konusunda en keskin eleştirel görüşü geliştiren ve sonuçta  da en büyük epistemolojik yıkıma neden olan düşünür David Hume olmuştur.

Hume'un sorduğu soru şudur: Nesnelerin zihinden bağımsız ve sürekli olarak var olduklarına ilişkin inanç veya idea nereden kaynaklanmaktadır.?

Hume'a göre, zihnimizde "nesnelerin algıdan bağımsız ve sürekli var olma ideasını oluşturan yetimiz imgelemdir.(hayal gücü)

Hume bizim evrensel nedensellik düşüncesine sahip olmamızın arkasında "düzenli tekrarlar"ın yattığını düşünür.
Hume, Locke'dan farklı olarak "birincil niteliklerin varlığı" veya "substratum" konusunda bir iddiada bulunamayacağımızı savlar.

Hume'a göre yalnızca iki bilgi olanaklıdır; Olgusal bilgi ve biçimsel bilgi.

Maddecilik ve İdeacılık, metafizik (ontolojik) görüşlerdir. Deneyimcilik ise epistemolojik bir görüş ve akımdır.

İdeacılık var olanların temelde düşünsel veya zihinsel olduğunu savlayan metafizik görüştür.

George Berkeley ise  ontolojik anlamda ideacılığı ve epistemolojik açıdan  da deneyimciliği savunmuştur.

Berkeyley'e göre, maddesel tözün veya zihinden tamamen bağımsız maddesel nesnelerin varlığına inanan düşünürler, farkında olmadan son derece çelişik bir görüşü ileri sürmektedirler. Ona göre bir idea, yalnızca bir ideaya benzeyebilir; idea, zihinsellikten arınmış maddeyi temsil edemez.

Bizim nesne olarak tanımladığımız ve kavradığımız bir şeyin, hiç kimse onu algılamasa da "algılandığı haliyle var olacağını" düşünmek gerekçelendirilmesi olanaksız bir fikirdir. Berkeley'in meşhur ifadesi ile söylersek "var olmaki algılanmaktır". (esse est percipi).

Berkeley'e göre, Tanrı her an her nesneyi algılayabildiği için, Tanrı'nın algısının ontolojik güvencesinde, nesnelerin kesintisiz var olduğunu söyleyebiliriz.

Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu

FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu

Bilginin gerçekte var olduğuna, bilgiye ulaşabiliyor olduğumuza veya bilginin gerçekleştiğinin farkına varabileceğimize yönelik şüpheler felsefe tarihinde ilk başlardan bu yana kayda değer bir yer tutmuştur. Sokrates alçak gönüllü bir tavırla ve bilgi konusunda iddialı ve kibirli bir tavır sergileyen şehrin ileri gelenlerinden farklı olarak bilgi sahibi olmadığını ifade etmiştir. Bilgi sahibi olmadığını bilme dışında bir bilgi iddiasında bulunmayan Sokrates'in felsefesinin şüpheciliğin ana fikrini içinde barındırdığı düşünülür.

Şüpheci düşüncenin adım adım nasıl ilerleyebileceğini en iyi gösteren felsefecinin Rene Descartes olduğu kabul edilir. Descartes'ı da kapsayan tarihsel dönem, Orta çağ'dan çıkışı ve klise örgütlenmesinin düşünce üzerine koyduğu kısıtlamaların çözülmeye başlamasını temlsil eden Modern Dönem'dir.

Şüpheciliğin tersi olan kavramlar içinde en önemlisi Dogmatizim'dir.

Descartes'a göre, algı yanılabilir olduğundan bilgisel kesinliği başka bir yerde aramak gerekir. 
Descartes'ın "kötü niyetli ve üstün güçleri olan varlık" örneği bilgiye dair şüphelerin ne düzeye ulaşabileceğini gösterir. Descartes'in şüphesi "yöntemsel şüphe" olarak bilinir. Başka bir deyişle, Descartes kendi felsefi kuramını savlayabilmek için şüpheyi bir yöntem olarak kullanmakta ve böylece şüphelenilmeyecek sağlamlıkta bazı fikirlere ulaşmaya çalışmaktadır.

Descartes, matematik ve bilim alanlarının nesnel bilginin en önemli kaynağı olduğunu düşünüyor olsada, şüpheci sorgulamayı ciddiyetle ve sonuna kadar devam ettirmektedir. Bu bağlamda bir çelişkii yoktur, çünkü Descartes sorgulamasına algısal, matematiksel ve bilimsel bilgi tiplerinin güvenilirliğini varsayarak değil, onlara kritik bir test uygulayarak başlamıştır. Bu yaklaşım ciddi bir felsefi yöntemin uygulanmasını beraberinde getirmektedir.
Sokrates, tek bileceğimizin "bilgi sahibi olmadığımız" olduğunu savlar.

Şüphecilere göre pratik yaşamda işlerin yolunda gidiyor gibi görünmesi ile insanın varlık alanının kendisine dair bilgi sahibi olması birbirinden ayrılması gereken durumlardır.

Descartes şüpheci akıl yürütmenin en güzel örneklerini sergilemiş olsada kendisi şüpheci fikirlere sahip bir düşünür değildir. Descartes'tan sonra gelen felsefeciler arasında şüpheci eğilimleri en belirgin olanı, İskoç düşünür David Hume dir.

David Hume, şüphecilik bağlamında felsefe tarihinde izler bırakmış bir düşünürdür.

Hume'a göre doğada karşılaştığımız olgusal düzenliliklere ilişkin yaptığımız varsayımlar konusunda dikkatli olmamız gerekmektedir. İnsanlar genelde doğada düzenli olarak tekrarlanan olguların belli bir zorunluluk içerdiğine inanırlar. Örneğin her sabah güneşin doğmasına tanık oluruz ve bunun rast gele bir olay olmadığını işin içinde bir düzen bir zorunluluk olduğunu düşünürüz.

Ancak Hume'a göre bu durumda elimizdeki  veri yanlızca geçmişte gözlemlediğimiz durumlardır. Bu gözlemlerdeki düzenlilik, bize doğada bir zorunluluk olduğunu düşündürür. Yani gözlemlerimize dayanan olaylardan yapılan genellemelerin her biri tümevarımsal niteliktedir ve kesinlikten uzaktır.

Bir olgunun yada durumun fiziksel olarak olanaksız olması, o olgunun bizim içinde yaşadığımız ve anladığımız fiziksel dünyanın görünen yapısıyla çelişmesi anlamına gelir.

Örneğin bir insanın pencereden atladığında düşmeyip uçmak gibi fiziksel anlamda olanaksız olan durumların gerçekleştiğini ben kafamda canlandırabilirim. Bu fiziksel olanaksızlık kavramına örnektir. 

Mantıksal olanaksızlık kavramı ise içinde yaşadığımız evrenin mantıksal yapısıyla çatışan durumlar için kullanılır. Bizim evrenimizde bir üçgenin 4 kenarlı olması olanaksızdır. Bu olanaksızlık, fiziksel olanaksızlıktan çok daha büyük olanaksızlık türüdür. Çünkü fiziksel olanaksızlıklardan farklı olarak, mantıksal açıdan olanaksız bir durumu kafamızda bile canlandıramayız.

Hume'a göre eldeki kısıtlı tümevarımsal zeminin ötesine geçerek yarın güneşin doğacağını biliyorum iddiasında bulunmamızın çok sağlam bir gerekçesi olabileceğini söylemek zordur. Özetle aslında hiç birimiz yarın güneşin doğup doğmayacağını bilmiyoruz.

Şüpheciliğin sonuçları pek çok düşünüre oldukça rahatsız edici geldiğinden dolayı felsefe tarihinin önde gelen isimlerinden bazıları bu konuyla derinlemesine ilgilenmiş ve çözüm üretmeye çalışmışlardır. Bu çabalar içinde en bilinenlerden biri, İngiliz düşünür G.E Moore'un sağ duyusal argümanıdır.

Sağduyusal Tavır, genelde günlük yaşamın durumları karşısında pratik, ayakları yere basan ve işe yarar sonuçlara verebilen kararlar alma ya da yargılarda bulunma eğilimi ile ilintilendirilir.

Moore'un konuyu irdelerken yaptığı ilk şey, kesinlikle bildiğine inandığı bazı önermeleri sıralamaktır.

Moore'a göre nesnelerin "var olmaları"  onların zihnin dışında, zaman ve mekan içinde var olmaları anlamına gelir. Moore'un sözünü ettiği nesne ise sağ duyumuza da uygun bir şekilde, fiziksel özelliklere sahip ve zihinden bağımsız niteliğinde bulunmaktadır. 

Çıkarım bir fikri veya tezi başarıyla savunacaksa:
  • Öncüller iyi bilinen önermeler olmalı
  • Sonuç önermesi öncülleri bilgisel olarak aynen tekrarlamamalı
  • Öncüller sonucu yeterince güçlü bir düzeyde desteklemelidir.
Moore'a itiraz etmek isteyen bir felsefeci sonucun öncüllerden çok farklı bir hamle gerçekleştirdiğini ve bu yüzden, öncüllerden sonucu türeten çıkarımsal bağın güçlü olmadığını söyleyebilir.

Sağduyu kavramına ilişkin notlar: 
Günlük yaşamnda genel olarak sağduyunun yolunu izlediğimiz söylenebilir. Ancak felsefe ve bilimin genelde sağ duyuyla somutlukla veya pratiklikle tam örtüşmeyen alanlar olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. 

Felsefi tartışmanlar ve argümanlar söz konusu olduğunda bunların karşısına hemen sağ duyuyu çıkararak bir (sağlamlık testi) yapma eğiliminde olmanın sakıncalı yönleri olabilir. 

Örneğin şüpheciliği değerlendirirken ve eleştirirken şüpheci yaklaşımları (sağ duyuya aykırı olduğu düşüncesini) dile getirmek her zaman yardımcı olmayabilir.  Birincisi sağ duyu kavramının her durumda ve her bağlamda aynı sonucu vermesi beklenemez başka bir deyişle sağ duyu denilen yeti bir makine gibi işleyen yani mekanik ve evrensel bir tarzda çalışıp belirlenmiş sonuçlar ortaya koyan bir kapasite olmayabilir. İkincisi sağ duyunun genelde kabul gören sonuçları bazan son derece yanıltıcı olup bu sonuçları düzeltmek için bilim ve felsefe gibi alanların işlevlerine ihtiyaç olabilir. Örneğin yalın sağ duyu bize üzerinde  bulunduğumuz dünyanın düz olduğunu söyler bu yanlışlığın düzeltilmesi sıradan olağan algısallığın düzleminde olanaklı bilime gereksinim vardır.

O halde sağ duyunun en üst epistemolojik mercii veya kapasite olarak yüceltilmesinin çokta haklı olmadığı belirtilebilir. Aklın kritik yani eleştirel kullanımının ne kadar önemli ve değerli olduğunu bu bağlamdada gözlemleyebiliriz.

Şüpheci tavrın felsefi değeri:
Şüphecilik felsefede bilginin olanaklılığı konusunda sunulan çok kökten ve sıra dışı bir görüş veya akımdır.ancak şüphecilik görüşünün tezlerini benimsemeyen kendilerini şüpheci olarak tanımlayacak pek çok felsefeci için bile şüpheci tavır belli bir değer ifade eder. 

Şüpheci tavır olarak betimlediğimiz tavrın yaklaşımı ve içeriği nedir? Ve bu tavrı felsefi anlamda özel kılan şey nedir? Bunun yanıtını şüpheciliğin tersi olan kavramların içinde ve o kavramların barındığı sakıncalarda aramak gerekir. 

Şüpheciliğin tersi olan kavramlar içinde en önemlisi dogmatizim'dir.  

Dogma deyiminin anlamı belirli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen tartışmadan ve sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç yada inanç kümesi şeklinde verilebilir. 

Bu noktada kritik olan saptama şüpheci tavrın veya dogmatiklik karşıtı duruşun insanlar için tahminen ancak belli bir dereceye kadar olanaklı olabileceği gerçeğidir. Kesintisiz şüphe halinde olmak ve sürekli olarak sağlam düşünsel zeminlerini kaybetmek, insanların kolayca yapabileceği eylemler değillerdir. Dahası aşırı şüpheci bir tavrın insana yaşamı içinde çok fazla yararının olmayacağıda bellidir. Öte yandan dogmatik olmaktan ziyade zaman zamanda olsa sahip olduğu fikirlere ve inançlara eleştirel bir tavırla yaklaşan insanların hem bireysel gelişimlerinin daha güçlü olacağı hemde inanç sistemlerinin genelde yanlışlamaya açık olmasından dolayı bizi saran dünyanın olgularını bilebilme anlamındada daha avantajlı bir duruma geleceği söylenebilir.

Bilginin Metafizik Temelleri

FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Bilginin Metafizik Temelleri

Eski Yunan'da "varlık" ve "değişim" sorunları birbirine paralel olarak ortaya çıkmıştır. 

Batı Felsefesi'nin başlangıç noktasında sorulan temel soru, doğadaki değişimlerin ardında yatan ve değişimlere temel teşkil eden "değişmeyen unsurların" veya "açıklayıcı ilkelerin" ne olduğuyla ilgilidir.

Epistemoloji felsefenin insan bilgisi üzerine odaklı olsa da bilgi felsefenin en  kritik soru ve sorunlarından bazıları tartışmayı daha geniş ve kapsamlı bir zeminden yürütmeyi gerekli kılar. Tarihsel bir gözle bakıldığında, metafizik irdelemeler felsefenin doğum noktasında özsel bir yer tutar.

"Sokrates öncesi" olarakta bilinen dönemde, Yunan felsefesinin ilk düşünsel tohumları atılmıştır. Hem eski Yunan'daki atomculuğun hemde modern atomcu kuramların bize söylediği, fiziksel bir nesnenin asıl yapısının insanlara göründüğü gibi olmadığı ve nesnelerin esas olarak boşlukta hareket eden küçük parçacıklardan ibaret olduğudur. Bu bilimsel veya felsefi düşüncenin temelinde Eski Yunan'ın "değişen-değişmeyen sorunsalı" yatmaktadır. Doğadaki nesneler oluşur ve yok olurlar. Nesnelerin temel elementleri veya varlıksal ilkeleri ise kalıcı niteliktedir.

Eski Yunan'ın felsefi noktada "en tepe noktasını" oluşturan Platon ve Aristoteles'in kuramlarıdır.

Platon'un temel amacı yalnızca düşünsel sorgulamayı sürdürmek ve kavramlar konusunda insanların cahilliklerini sergilemek değil, onun da ötesinde büyük çapta bir felsefi kuram veya model sunmaktır.  Atinalılarında son derece haksız bir yargılama sonucu hocasını ölüme mahkum etmelerinden etkilenen Platon, bu gibi olayların yaşanmaması için devleti yönetenlerin "evrensel ilkelerin bilgisine" yönelmiş kişiler yani "filosofia" olması gerektiğini savlamıştır. Bu amaca yönelik olarak Platon'un savunduğu kuram "tümeller kuramı" olarak bilinir.

Platoncu bir gözle bakarsak, çevremizde algılamakta olduğumuz nesneleri belli kategoriler altında toplayabilmemiz, oldukça ilginç ve açıklamayı gerektiren bir yön içermektedir. Çevremizdeki fiziksel nesnelerin  her biri kendi başlarına var olan ayrı nesneler olsalarda, onların ne oldukları sorusu gündeme geldiğinde tek tek nesnelerin kendilerinin ötesinde bazı unsurlara bakmamız gerektiği açıktır.

"TİKEL" deyimi tek tek nesneler için kullanılır. "TÜMEL", genel kavramlar için kullanılır. (Tikel ve tümel öz Türkçe  deyimlerdir. Anadolu’nun belli bölgelerinde de Tike deyimi tek bir parça anlamında kullanılır. Tümel ise tüm kökünden gelir.)

İnsan, ağaç, mavi, gezegen tümelken,  Ahmet, bahçemdeki çam ağacı, vazodaki kırmızı gül,  venüs gezegeni tikel birer nesnedirler.

Tümeller bilgiyi de olanaklı kılan şeylerdir, çünkü insanlar tikel nesneleri tümeller olmaksızın bilemezler. Tümeller hem nesnelerin kimliğini hem de insan bilgisinin olanaklı olmasını sağlar.

Platon'a göre insan aklının bilgi ve kavrama adına gerçekleştirebileceği esas başarı, dünyadaki tek tek nesnelerin hangi durumda ve ne özelliklerde olduğunu gözlemlemek değil, tümellerin veya kavramların bilgisine ulaşmaktır. Bilgisine ulaşılacak tümellerin gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. Bu değişmezler için Platon İdea ve Form (Biçim), deyimlerini kullanmıştır.  

Örneğin dünyamızda insanların atların ve erdemin örnekleri bulunabilir. Ancak İnsan İdeası, At İdeası, İyilik İdeası, değişmeyen şeyler olarak doğanın dışında olmalıdır.

Doğadaki bir domates, domates olarak varlık alanında belirebiliyorsa, bunun nedeni değişmeyen ve yok olmayan domates ideası yüzündendir. Bu işin ontolojik yanı varlıksal tarafıdır. Biz doğadaki bir nesneyi domates olarak niteliyorsak ve ona dair bilgilenme çabasına girebiliyorsak, bunun nedeni domates ideasının var olması ve bizim bilgisel olarak ona yönelmemizdir. Bu da Epistemolojik (bilgisel) boyutudur.

Platon varlık hiyerarşisinde en alta kelimenin tam anlamıyla kopyaları  (yani sudaki yansımaları, fiziksel nesneleri tasvir eden sanatsal çalışmaları vb.) koymuştur.  

Varlıksal değer sıralamasında bunların bir üstünde, fiziksel dünyanın Algılar aracılığıyla kavranan Nesneleri, (yani doğadaki nesneler) gelir. En Tepede ise akıl yoluyla kavranılabilecek İdeal ve Değişmeyen Varlıklar, yani Matematiksel Nesneler ve İdealar bulunur. Bir insan fiziksel (yani değişken) bir nesneyi algıladığında belli bir bilgilenme durumu içindedir, ancak bilginin nihai hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır.

Platon, episteme (bilgi) ile doksa (kanı) kavramlarını ayırır. Platon, bizim gündelik kullanımımızdan farklı bir şekilde episteme sözcüğünü "ideaların bilgisi" olarak ayrı bir statüde tutmuş ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için "kanı" (doksa)  deyimini kullanmıştır.

Platon'un varlıksal ve bilgisel kuramı, Thales gibi eski Yunan'ın ilk felsefecilerinin el yordamıyla başlattıkları felsefe serüveninin olgunlaştığı çok temel bir noktayı temsil eder.

Aristotele, Platon'dan farklı olarak kendi başına var olabilme olgusunu dünyanın içinde arar. Başka herhangi bir varlığa bağlı olmaksızın varolabilen şeylere "töz" veya "cevher"  isimlerini verir. Aristoteles her tözün iki temel özelliğinin olduğunu sözler. İlk olarak tözler bir "bu" olarak gösterilebilir. İkincisi tözler "ayrı durabilme" özelliğine sahiptirler. Belli bir ağaç veya belli bir kaplan, gösterilebilir bir "bu" dur. Ancak şekilsiz çamur veya bir avuç toprak bir "bu" değildir. (sınırları belirli bir nesne olma anlamında)

Örneğin bir insanın bedeni başka hiçbir şeye bağlı olmaksızın evrende var olabilir ancak "tendeki yanık" kendi başına var olamaz ve ancak bir beden üzerinde bir varlık kazanabilir.

Aristoteles, töz kavramı ile Platon'un tümeller kuramını bir açıdan devam ettirmekle birlikte o kuramı önemli anlamlarda değiştirmeyede yönelir. Platonve Aristoteles'in ortak noktası farklılıklarından daha önemlidir. Her iki düşünür içinde bilginin olanaklılığı tümellerden ve genel karakterlerden geçmektedir.

Felsefecilerin uğraştığı metafizik, esas olarak gerçekliğin yapısının akılcı yöntemlerle ortaya konması, "varlık"  kavramının aydınlatılması ve varlık alanında egemen olan temel ilkelerin açığa çıkarılması gibi düşünsel işlevleri kapsar.

Kısacası fiziksel bilimlerden farklı olarak metafizik, varlığın kendisiyle ilgilenir. Metafizik ile ilgili bir diğer deyim ise ONTOLOJİ'dir. Ontoloji felsefede VARLIKBİLİM veya VARLIK KURAMI anlamında kullanılmaktadır. Genel kabul gören bir yorum, ontolojinin metafiziğin varlık kavramı ile doğrudan ilgilenen dalı olduğudur.

"Gerçeklik" kavramı ontolojik bağlamda karşımıza çıkar. Felsefede bu kavramın tersi Görünüş veya Görüntü' dür. "Hakikat" ise felsefede genel olarak anlam sorunsalı  gibi çerçevelerde kendini gösterir. Ancak gerçeklik bilgi ile de ilgilidir.

Epistemoloji Nedir?

FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Epistemoloji Nedir?

Felsefenin "bilgi" kavramı ile uğraşan dalına epistemoloji adı verilir. Dilimize bilgibilim, bilgi kuramı veya bilgi felsefesi olarak çevrilmektedir. Epistemoloji bilginin olanaklılığını, yapısını, kaynaklarını, kavramsal bileşenlerini ve sınırlarını irdeler. 

Yunanca episteme ve logos kelimelerinden oluşmuş "epistemoloji" deyiminde yer alan logos "açıklama", "gerekçe", "mantık", "söz" ve "bilim" gibi anlamlara gelmektedir. Genel olarak "bilgi" olarak çevrilir.

Logos: Akıl, mantık, söz, bilim anlamlarına gelir "logos olan kuramsal düşünebilir." Loji logostan gelir.

Felsefe açısından "kuramsal ilgi" yada "kuramsal araştırma" felsefenin olanaklı olmasının en temel koşuludur. Kuramsal düşünmenin veya logos'un üst düzey uygulanmasının felsefede karşımıza çıkan çarpıcı bir örneği tanımsal işlevlerdir.

Epistemoloji alanında üretilen irdelemeleri kavramış olan insanların sıradan bilgilendirme süreçlerine bakışlarıda niteliksel olarak değişir. Kuramsal irdelemelere yatkın insanların düşünsel veya bilgisel tuzaklara kolayca düşmeden anlama ve yorum yapabilme yetenekleri vardır.

Epistemolojinin Sorunları ve Temel Konuları
  • İnsan bilgisinin kaynakları 
  • Bilginin olanaklılığı 
  • Bilginin tanımı ve kavramsal unsurları
  • Bilginin toplumsal boyutu ve epistemolojinin yeni kimliği
"Kaynak" kavramı, dar bir şekilde anlaşıldığında, toplumsal yaşantımız içinde yer alan "enformasyon kanalları" şeklinde anlaşılabilir.

Bilgi kavramını açık hale getirme çabası farklı yönler içeren zengin bir literatürün ortaya çıkmasına neden olmuştur.

"Kesinlikten uzaklık" ve "her an yolda olma durumu" felsefenin özgürlük alanını genişleten ve diğer alıştırma alanlarından ayıran özelliklerdir. Descartes'in  felsefi sorgulamalarına "hiç bir şeyi peşinen bilgi olarak kabul etmeden" başlayamaya karar vermesi bunun en çarpıcı örneğidir.

Epistemolojik Çözümlemenin Anahtar Kavramları

Norm ve Normatiflik:  "Norm" en genel haliyle "düzenleyici ilke veya kural" kavramına işaret eder. Etik kurallar normatif önermelerin en bilinen örnekleridir. Bilginin betimleyici boyutunu da ele alınmakla birlikte, bu alanda çalışan felsefecilerin çoğu epistemolojik normatif bir çaba olduğunu düşünür. "Normatif" kavramının tersi, "Betimleyici" anlatıcı veya tasvir edici'dir. "Büyükşehirlerde hırzılık oldukça yaygındır." cümlesi ise betimleyici veya sergileyici bir yapıdadır. "Hırsızlık yapmak yanlıştır" cümlesi normatif ağırlığı olan bir ifadeye karşılık gelir.

Önermesel Bilgi: Felsefecileri en çok meşgul eden bilgi türüdür. Önerme kısaca "bir iddiada bulunan cümlelerin içeriğinde barınan düşünce veya fikir" olarak tanımlanır. "İzmir Türkiyenin başkentidir,", "Limon Sarıdır", "Geçen hafta çok yoruldum" cümleleri birer önermedir, çünkü doğru ya da yanlış olsun belli bir iddia içermektedir.

Önermesel Doğru: Epistemoloji’de doğru kavramı önemli bir yer tutar. Biz insanların iddiaları karşısında, "bu söylediğin yanlış" veya "bu doğru bir iddiadır" gibi ifadeler kullanırız. Bir önerme için doğru nitelemesini kullanmak, onun dünyada olan olgularla uyum içinde olduğunu belirtme anlamını taşır.

İnanç: "İnanç" ve "İnanmak" kavramları denildiğinde akla ilk gelen dinsel bağlamlardır. "İnanç sahibi olmak" deyiminin ilk çağrıştırdığı kavram "Tanrı"dır. Tanrı inancı düşüncesine ek olarak, inanç kavramı, "güven" ve "kararlılık" kavramları ile ilintili olarak sıkça kullanılır. Örneğin, "mücadelenin başarıya ulaşacağına duyduğu inancı kaybetmek" gibi bir deyimde yer alan "inanç" kavramı bu türden bir anlam taşır.

Kanıt: İşlevi önemlidir. Sıkça kullanılır. Örneğin "güneş dünyadan büyüktür" inancının oluşması bunu doğrudan algılamam değil, bu konudaki bilimsel çalışmaların kanıtlarına güvenmemdir. İnsan bilgisi farkında olalım ya da olmayalım, ağırlıklı olarak kanıt olgusu üzerine kuruludur.

Bilişsellik: Üst düzey zihinsel işlevler yelpazesi için kullanılır, bu yelpazenin kapsamındaki işlevlerin en önde gelenleri duyular aracılığıyla algılama, bellek işlevleri, akıl yürütme ve bilgilenmedir. Bilişsellik bilgi kavramınıda içine alan daha geniş bir kümedir. Bilişsel sıfatıda buna uygun olarak bilgisel sıfatına  göre daha geniş bir anlama gelir.

Epistemolojik Gerekçelendirme: Gerekçe kavramı aslında "logos"un esas anlamlarından biridir. Bizim sahip olduğumuz bilgilerin ezici bir çoğunluğu, bir gerekçelendirme süreci veya yapısı sayesinde yaşam bulur. Tersinden düşünürsek hiçbir gerekçesi olmadan edindiğimiz inançların önemli bir kısmı epistemolojik açıdan ciddi sorunlar arz eder. İnsan için bilgi sahibi olmak büyük oranda bilgisel gerekçelendirme süreçlerinin içinde yer almaya yatkın olmak anlamına gelmektedir.

Bilgi Üzerine İlk Düşünceler

FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Bilgi Üzerine İlk Düşünceler
  • Felsefenin bilgi kavramı ile uğraşan dalına EPİSTEMOLOJİ denir.
  • Felsefenin en temel disiplinlerindendir.
  • Dilimize bilgibilim, bilgi kuramı veya bilgi felsefesi olarak da çevrilmektedir.  
  • Yunanca episteme ve logos  kelimesinin birleşiminden oluşan epistemoloji deyiminde yer alan logos açıklama, gerekçe , mantık, söz ve bilim gibi anlamlara gelmektedir. 
  • Episteme genelde bilgi  olarak çevrilir.   
  • Deneyimsel, gözlemsel ve deneysel boyutta iş gören bilimlerden oldukça farklı yapıdadır.  
Epistemoloji ile meşgul olan ilk filozof Platon olmuştur. Sonra Antik Yunan'da başta Aristoteles ve Pyrrhon benzeri Yunan kuşkucularıyla, Orta Çağ'da Aziz Augustinus , Aqiuinalı Thomas ile İbn Sina ve Farabi gibi filozoflar bilgi konusunu enine boyuna ele almışlardır.

Yeni Çağ boyunca ve özellikle 17. ve 18. Yüzyıllarda  epistemoloji, felsefenin en dinamik ve zengin alanı haline gelmiş ve o dönemde bilgi sorunsalı üzerine önemli yaklaşımlar ve tezler sunulmuştur.

Epistemoloji asıl uğraş alanı felsefe olmayan insanları da ilgilendiren yönler barındırmaktadır. 

Bilgi, üzerinde konuşmaya değmeyecek kadar "açık" ve "yaşamın içinde barınan" bir unsur veya olgu olarak kendini gösterir.

Aristoteles (M.Ö. 384-322), bitkilerin, hayvanların ve insanların kendiliklerinden hareket veya değişim yaratabilme yetisine  sahipken, taşların ve kayalıkların kendiliklerinden devinim veya değişim yaratabilme kapasitesinden yoksun olduklarını gözlemlemişti.

Biz insanların dünyanın etkilerine bilinçli bir şekilde açık canlılar olmamızın sonuçlarından biri, bilgi edinebilen, bilgi yoluyla karmaşık işler başarabilen varlıklar olmamızdır. 

İnsan fiziksel bir bedene sahip olması itibariyle fiziksel dünyanın diğer nesneleri arasında bulunan, ancak diğer varlıkların yapamadığı bir takım özel işlevleri gerçekleştiren bir varlıktır. Bilmek, bilgi sahibi olmak, bilgiyi işleyerek yeni bilgiler ve dünyevi değişimler yaratmak insanın temel işlevleri arasındadır.

Üç çeşit "temel" ve "basit" farkındalık olduğu söylenebilir. İç Hallere yönelik farkındalıklar, çevreye yönelik içgüdüsel farkındalıklar ve deneyimleyerek bedenin pratik yapması sonucu ortaya çıkan farkındalıklar.

İnsanların sahip olduğu dünya bilgisi, hayvanlarınkinden farklı olarak dilsel ve kavramsaldır.

Yunanca bir deyim olan "logos" , biyo-loji, psiko-loji, epistemo-loji gibi disiplin adlarında son ek olarak da yer alır ve "açıklama", "gerekçe", "sebep", "matık", "bilim", "kelam" gibi değişik anlamlara gelir. Logos, en genel anlamıyla, "akla ve akılcılığa ait olan" ile ilintilendirilmiştir. 

İnsanın sahip olduğu bilginin en önemli niteliği logos içermesidir. Logos temel olarak mantık, akıl, gerekçe ve söz gibi kavramlarla ilişkili bir deyimdir. 
İnsan bilgisinin hayvansal farkındalıklardan farklı olarak logos barındırdığını düşünmek, insana özgü bilgilendirmenin temel olarak kavramsal, sözel ve gerekçelendirmeye açık bir yönünün olduğunu söylemeye karşılık gelir.

Enformasyon bilgi açısından hammadde olma anlamı taşır. Öznelerin zihinsel bir durumu olan bilgi  içeriği nedeniyle nesnel bir yön taşır. Bilginin üç farklı anlamda değeri olduğu söylenebilir. Bilginin yaşamsal veya türsel değeri, pratik ve araçsal değeri ve bilginin öz değeri.

Bilginin değeri konusunda en temel düzeyde belirtilebilecek husus: Dünyaya dair bilgimizin en kritik işlevlerinden biri, dış etkenlerle baş etme, doğadan gelecek tehditlere karşı bireyin yaşaması ve türün devamının sağlanması yönünde etkin rol oynamaktadır.

Bilgi yaşamsal ve türsel nedenlerden dolayı değerlidir.

Bilgi pratik veya ereksel nedenlerden dolayı değerlidir.

Ortaçağ Felsefesi - Thomas Aquinas

FELSEFE Ders Notları 2
Ortaçağ Felsefesi
Thomas Aquinas

Thomas Aquinas - Aquinalı Thomas (1225 - 1274) 

Düşünce tarihinin tanıdığı en büyük  Hristiyan filozoflarından biri; Platon ve Aristoteles klasik dünya ya da Yunan felsefesi için neyse, Orta Çağ Orta Çağ felsefesi için o olan veya senteziyle, felsefenin Orta Çağda ulaştığı en yüksek düzeyi ifade eden Aquinalı Thomas her şeyden önce kendisinden önceki Hıristiyan düşünürlerin yapmış olduğu gibi, tutarlı bir teoloji geliştirmek, Kilisenin veya Kilise Babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları ortadan kaldırmak ve Hıristiyan inancını sistemleştirmek işiyle meşgul olmuştur. Fakat Aquinalı Thomas’ın gerçekleştirdikleri, o aynı zamanda bir büyük filozof olduğu için, bundan ibaret değildir. Onun içinde yaşadığı ve Hıristiyanlığın hakim olduğu dünya bir süreden beri öylesine değişmiş ve genişlemiştir ki, Hıristiyan teolojisinin salt öte dünyacı şeması tatmin edici olmaktan çıkıp, önemli ölçüde yetersiz hale gelmeye başlamıştır. Yeni sanat formları, üniversitelerin doğuşu, doğa bilimine dönük ilginin ilk kez olarak zuhuru, İslam dünyasından yapılan çevirilerin ardından klasik dünyaya yönelik bakışın gözden geçinilmesine duyulan ihtiyaç var olan teolojik şemayı zorlamaya başlayınca, Aquinalı Thomas Hıristiyan dünya görüşünü yeni ilgiler ve bu ilgilerin doğurduğu yepyeni bilgilerle zenginleştirme ve geliştirme ihtiyacı içinde olmuştur.

Thomas Aquinas  kendisinden sonraki bütün bir felsefe tarihini derinden etkilemiş çok önemli bir düşünürdür. Aristoteles’i en iyi şekilde yorumlamış filozof olarak haklı bir üne sahiptir. Thomas Aquinas dışında Aquino’lu Thomas, sadece Thomas ve Aquinumlu Tommasso adlarıylada  anılır.

Thomas Aquinas sadece felsefi açıdan çığır açmış önemli bir kimlik olarak değil; fakat aynı zamanda döneminin önemli bir siyasal kişiliği olarak da dikkat çekmektedir. Bununla birlikte o, geçmişte pek çok filozofun yapmış olduğunu tekrarlayarak politikadan uzak bir yaşamı seçmiştir.

Thomas Aquinas Napoli’deki bir okulda 19 yaşına kadar özellikle yedi özgür sanat (septem artes liberales) üzerinde yoğunlaşan bir eğitim aldı. Kendisine ders veren hocaları ağırlıklı olarak Aristotelesçiydiler.

Yedi Özgür Sanat: Geometri, Müzik, Astronomi ve Gramer içinden bazılarıdır.

Aristoteles felsefesi  Kilise’nin resmi öğretisi ile ciddi bir karşıtlık içerir. Aristoteles’e göre evren öncesiz-sonrasız bir yapıydı. Ona göre, Platoncu evren anlayışının önemli figürlerinden biri olan "demiurgos"a gerek yoktu. Bu konuda "Kendisi Hareket Ettirilmeyen İlk Hareket Ettirici" yeterliydi. Bu yüzden, Aristoteles’in Batı Ortaçağında özellikle Fizik ve Metafizik isimli eserleriyle yer alması engellenmekteydi. Buna ilişkin gösterilebilecek en güzel örnek Aristoteles felsefesinin Paris Üniversitesi’nde çok uzun bir süre boyunca yasaklanmış olmasıdır.

Septem artes liberales veya yedi özgür sanat iki ana kısımdan oluşmaktadır. 

Trivium (üçlü) Gramer, retorik ve diyalektik (mantık)’ten oluşmaktadır.
Quadrivium ise aritmetik, geometri, müzik ve astronomiyi içinde barındırmaktadır. Hocası ile birlikte, şimdiki Almanya’da bulunan Köln şehrine gitti. Orada kaldığı dört yıl boyunca önemli çalışmalar yaptı ve Albertus Magnus’un önerisi üzerine Paris'e geri döndü. Paris'te Petrus Lombardus'un Sententiae adlı eseri üzerine dersler verdi.  Sonra  Napoli'ye geri döndü. İtalya’da değişik şehirlerde  dersler verdi ve Paris'e geri döndü. Napoli'de kurulan bir okulun başına getirildi. 1273 yılının Aralık ayında yazmayı bıraktı. Şu sözlerin kendisine ait olduğu tanıklarca dile getirilmektedir:

"Artık bir daha yazmayacağım, bu kadarı yeterli. Geriye dönüp baktığımda bütün bu yazılanların büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum. Hakikat, kendisinin ifade edilebilmesi için tüm bu saçmalıklara katlanamayacak kadar saf ve biriciktir. Hakikati bir daha asla rahatsız etmeyeceçim."

Sententiae, Petrus Lombardus’un sistematik ve mantıksal bir yöntemle kaleme aldıçı teolojik konuları ve Kilise Babalarının düşüncelerini çok geniş bir alanda irdeleyen önemli bir eserdir. Bu eser üzerine çalışmak, üniversitelerde magister, yani eçitmen olmak isteyenler için bir gelenek ve hatta zorunluluk haline gelmiştir.

Thomas Aquinas (Aquinalı Thomas)'ın Varlık Felsefesi

Thomas Aquinas her şeyden önce bir ilahiyatçıdır. Bundan dolayı, çalışmalarında ilahiyat ve felsefe konuları birbiriyle iç içe geçmiştir. Bu ünitede Aquinas’ın felsefe üzerine dile getirdiği görüşler ele alınıp değerlendirilecektir. Onun felsefi anlayışını ve diğer filozoflardan farkını ortaya koyacak belli başlı sorunlar aşağıda sergilenmektedir.  Thomas Aquinas’ın Varlık (esse) hakkındaki düşüncelerini ortaya koymak için, öncelikle belli başlı bazı kavramlar hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Bunların başında, dönemin en önemli kavramlarından biri olan "Yaratılış Teorisi" gelmektedir. Dünyamız, sayamayacağımız kadar çok bireysel nesneyle doludur. Bu nesnelerin anlaşılabilir (intelligibilis) kılınması için, onların her birinin belli türler altındaki bireyler olduklarını varsayarız. Bu noktadan itibaren aklımızdaki sorular kendiliğinden ortaya çıkar: Bu nesneler çokluğu nereden gelmektedir? Bu çokluğun bir arada durmasına neden olan bir "şey" var mıdır? Bu çokluğun sürekli olarak bir oluş ve bozuluş/yokoluş süreci içinde bulunduğu gözlenmektedir. 

Thomas Aquinas’a göre evrenin yetkinliği böyle bir çokluğu ve var olanlar arasındaki eşitsizliği baştan talep etmektedir. Hiçbir var olan, ilahi yetkinliği kendi başına temsil etme gücüne sahip değildir.  

Tanrı her şeyi bir yetkinlik sıradüzeni içine yerleştirmiştir.

Bu sıradüzenin en üstünde melekler bulunmaktadır. Thomas Aquinas bunlara maddesiz tözler demiştir. Meleklerin varoluşları akıl tarafından da bilinebilir. Ona göre, akıl yürütme sonucunda, onların olmadığı bir yaratılış sürecinde önemli bir boşluk doğacağı sonucuna ulaşabiliriz.

Meleklerin hemen altında insan yer almaktadır. İnsan kısmen maddi, kısmen de ruhsal bir var oluşa sahiptir. Daha sonra hayvanlar, bitkiler en sonunda da dört öge olan hava, su, ateş ve toprak gelmektedir. Bunların her biri bir katman olarak düşünülebilir. Böylelikle, farklı varoluşlar arasında bir kesinti söz konusu değildir; yaratılış bir katmandan diğerine akıcı bir özellik sergiler.

Thomas Aquinas’a göre birbirinden farklı varoluşlar olduğu gibi birbirinden farklı pek çok form da vardır. En altta temel ögelerin formları  bulunmaktadır. Bu formlar, maddeye en yakın durumda bulunduklarından en alttadırlar. Bunların üstünde bileşik formlar, onların da üstünde bitkisel formlar  yer almaktadır. Bitkisel formların veya ruhların üstünde de hayvansal ruhlar , bir üstte de insani ruhlar  bulunmaktadır.

Thomas Aquinas'a göre, yaratılmış olan her varlık sınırlı ve belirlenmiştir. Bu bakımdan, Tanrı’nın yalın anlamda Varlık'ı yaratması asla olanaklı değildir. Öyle olmuş olsaydı, Tanrı kendisini yaratmış olurdu; bu da açıkça imkansızdır.

Yaratılış : Thomas Aquinas, summa theologica adlı eserinde, insan algısında ortaya çıkan her türlü varlığın mutlak olarak yaratılmış olması gerektiğini söyler. Bu yaratılmanın başlangıcı tanrıdır. Ona göre varlık; zorunlu ve zorunsuz diye 2'ye ayrılır.

Zorunlu varlık kendi kendisiyle özdeş olan ve var oluşu için kendisinden başka hiçbir nedene gereksinim duymayan varlıktır. Bu varlık kendisi dışında tüm var olanların nedenidir.  Bu varlık  Tanrıdır. Tanrı kendi içindeki tamamlanmışlığından dolayı bu evreni ve içindekileri yaratmış,onlara birlik içinde bir düzen sağlamıştır.

Zorunsuz varlıklar ise Tanrı tarafından yaratılmıştır.var oluşları ve özleri birbirinden farklı olan bu varlıklar tanrıya bir neden olarak ihtiyaç duyarlar. Özü ve var oluşu bir ve aynı olan Tanrı dışında hareketinini kaynağı olan bir başka var olan yoktur.

Dünyada bir doğal birde yapay nesneler vardır.doğal nesnelerin yaratıcısı tanrıdır.insan elinden çıkmış nesnelere yapay nesneler denir.bular yaratılmaz sadece üretilir. Dolayısıyla tanrı yaratıcı insan üreticidir.

Thomas Aquinas'ın Tanrı Kanıtlamaları

Ortaçağ felsefesinde Tanrı ve O’nun kanıtlanması problemi ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Thomas Aquinas'ın Tanrı kanıtlamasına düşünce tarihinde "Kozmolojik Tanrı Kanıtlaması" denmektedir.

Beş Yol (Quinque Viae)

1.Yol: Thomas Aquinas, bizzat nedenin kendisinden hareket ederek Tanrı’nın bilgisine ulaşmanın olanaksız olduğunu düşünür. Biz, ancak etkilerinden yola çıkarak Tanrı’nın bilgisine ulaşabiliriz. İnsan için bu etkilerin farkına varılacak biricik yer bu evrendir. Evren, zorunsuz varlıkların bir çokluk içinde sıralandıkları bir yerdir ve dolayısıyla harekete tabi olan şeylerle doludur. Bu yüzden, Thomas Aquinas’a göre, bizim için birinci ve en açık kanıtlama biçimi hareketle ilgili olanıdır.

Hareket, potansiyel konumda olanın aktüel konuma geçişi sırasında ortaya çıkan bir durumdur. Hareket etmek, hareket için kendisinden başka bir şeye gereksinim duymak veya başka bir şey tarafından hareket ettirilmek demektir. Thomas Aquinas’a göre potansiyel durumdaki her şey aktüel duruma geçmek için bir başka aktüellik durumuna gereksinim duyar. 

Hareket halinde olan her şey bir başka şey tarafından hareket ettirilir Ancak bu durum mantıkça sonsuza kadar geri götürülemez. Dolayısıyla bir ilk hareket ettirici  vardır ve bunun kendisi harekete tabi değildir. Harekete tabi olmamasının nedeni O'nun salt aktüel bir varoluşunun olmasından kaynaklanmaktadır.

2.Yol: Thomas Aquinas Birincil Neden'e ulaşabilmek adına ikincil nedenleri kullanma kaygısındaydı. Etkin Neden’in  fizik dünyadan bütünüyle kopuk ve var olanlarla ilgisinin etkileri aracılığıyla bulunamayacağı bir durum onun açısından doğru değildir. Bu bakımdan Thomas Aquinas Etkin Neden'in doğasını yakalamak için daha uygun gördüğü bu yolu denemektedir.

Thomas Aquinas'a göre, eğer nedenler arasındaki ilişkiyi sonsuza kadar geri götürecek olursak, yani bir ilk neden belirleyemezsek, o taktirde ilk nedenden dolayı işlevi olan nedenlerden de söz edemeyiz. Böylece "herkesin Tanrı dediği bir ilk etkileyici nedeni  kabul etmek zorundayız."

3.Yol: Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, canlılarda iki farklı yön vardır. Onlar zorunlulukla yaşamak durumunda değildirler. Bir canlı aynı zamanda cansız olma eğilimine sahiptir. 

Thomas Aquinas’a göre doğadaki şeyler, oluş  ve bozuluşa  tabi olarak yaratılmışlardır. Bundan dolayı, olmaları veya olmamaları türünden bir olasılığı kendilerinde taşımaktadırlar. Ancak, her şeyin bir an için var-olmama türünden bir olasılığı gerçekleştirdiğini düşündüğümüzde, varoluş çemberi içinde hiçbir şey olamayacağını da anlarız. Kendinde kendi zorunluluğuna sahip olan, zorunluluğunu kendi dışından almayan, fakat her şeye zorunluluğunu veren bir varoluş postulatını sergilemek zorunda kalırız. Thomas Aquinas’a göre bu varoluşa da herkes Tanrı demektedir .

4.Yol: Varolanların düzeninde çeşitli türden niteliklerin her bir var olanda aynı derecede ortaya çıkmadığı açıktır. Bazı insanlar iyi, bazıları onlardan daha iyidir. Kimi hükümdar adil, başka bir hükümdar ise ondan daha adildir. Aristoteles’in de dediği gibi, en iyi ve en adil gibi kendi cinsine özgü en yüksek hakikatler aynı zamanda en yüksek var olanlardır da. Bu bakımdan onlar kendi cinslerinin nedeni de sayılmalıdırlar. Bütün bu cinslerin zirvesindeki en yüksek varolanların da nedeni, varolanların bütün yetkinliklerinin nedeni olan Tanrı'dır

5.Yol: Bu sonuncu kanıtlamaya "teleolojik" (ereksel) kanıtlama adını da verebiliriz. Thomas Aquinas'a göre, akıldan yoksun olan bütün doğal nesneleri izlediğimizde, onların kendileri için en iyiyi amaçlayan bir eylem gerçekleştirdiklerini görürüz. Bu nesneler, bir hedefe doğru programlanmış gibi davranmaktadırlar. Ona göre, akıldan yoksun canlılar, bilgi ve akıl sahibi bir şey tarafından yönlendirilmedikleri sürece bir amaca yönelik olarak hareket etmezler. Bütün yaratılmış olan varlıkların kendisine bir şekilde yöneldikleri bir nihai neden vardır ve bu da Tanrı'nın kendisidir.

Thomas Aquinas (Aquinalı Thomas)'ın Bilgi Felsefesi

Thomas Aquinas'a göre "felsefe, fizik dünyanın kontrol altında gözlem ve ölçüm aracılığıyla elde edilmiş olan deneye dayalı bilgisinden çok, şeylerin gerçek varlığının ve özsel yapısının bilgisini amaçlamaktadır." Aristotelesçi felsefede töz iki farklı anlamda kullanılmaktadır. Bunlardan ilki madde ile birleşmiş, öteki de yalın anlamda formdur. İşte, buradaki ilk anlamıyla bir bileşik yapıyı işaret eden töz, insani bilginin hedefindeki nesnedir. İnsan, beden ile ruhun oluşturduğu bileşik bir yapıdır. Onun bilme etkinliğine konu olan nesnelerin de bileşik yapıda olmaları mantık gereğidir. Başka bir açıdan bakacak olursak, insanın bilme etkinliğinin nesnesi hareket halinde olan nesnelerdir.

Herakleitosçu anlayışa göre, her şey bir oluş halinde bulunduğundan, hiçbir şey hakkında kesin bir şey söyleme olanağı yoktur. Kratylos’un bu yaklaşıma sımsıkı sarıldığı, hatta biraz daha ileri giderek hiçbir şey hakkında konuşmadığını ve sorulara sadece parmağını hareket ettirerek cevap vermeye çalıştığını biliyoruz.

Thomas Aquinas'a göre bu fizik dünyada yer alan nesneler sürekli bir değişim içinde olduklarından, sadece duyu bilgisinin sınırları içinde kalarak onlara ilişkin yargıda bulunmak da olanaksızdır. Bu anlayış, Platoncu öğretinin saygıyı hak eden bir yönüdür. Tıpkı Boethius’un yaptığı gibi, Thomas Aquinas da burada, fizik varoluş ile ilgili önermelerdeki hakikati ortaya çıkaran şeyin bilinenin özelliği değil; fakat bilenin kendisi olduğunu dile getirmektedir.  Duyulamada bedeni kullanan bir ruhun önceliğini savunan Augustinus Platoncu gelenek içinde yer almaktadır. Felsefede "nauta in navi = gemiyi kullanan gemici" şeklinde dile getirilen bu yaklaşıma göre sadece ruh insanın yetkinliğini gerçekleştirebilmesi için yeterlidir.  

Burada bilmenin, varoluşun en önemli koşulu olduğunu söylemek gerekir. Bilmek akılsal bir etkinliktir ve Thomas Aquinas’a göre insan sadece akılsal olduğu sürece bir insandır. Akılsallık, insanın anlama ediminde bulunması ve yargı üretmesidir. Yargıda bulunmak, yani kavramları kullanarak bir durum hakkında bilgi ortaya çıkarmak için akılsal ruha ihtiyaç duyan insanın, bilme sürecindeki başlangıç noktası tikel fizik nesnedir. 

Thomas Aquinas (Aquinalı Thomas)'ın Ahlak Felsefesi ve Toplum Anlayışı

Thomas Aquinas'ın ahlak ve toplum anlayışı Aristoteles'in felsefesi ile Hıristiyanlığın akılcı kavranışının bir karışımıdır.

Yasa = lex = ligare = Türkçe karşılığı Bağlanmaktır.  

İradeye bağlı herhangi bir iş için aklın rehberliğine gereksinim duyulmaktadır. Birey ile toplum arasındaki ilgiyi kurmaya çalışan Aquinas'a göre, kısım bütüne, yetkin olmayan da yetkin olana doğru bir aşama kaydeder. Buna paralel olarak bireysel olan elbette toplumun bir kısmını oluşturur. Dolayısıyla yasanın, özellikle toplumun mutluluğu ve refahı için olması zorunludur.

Yasa, toplumun bütünü ile ilgili bir sorun olduğundan, Thomas Aquinas'a göre, herhangi bir kişi yasa yapamaz. Yasa yapma işi ya tüm bir toplumun işidir veya toplumdaki herkesten sorumlu olan birinin. Bununla birlikte, tek bir yasa değil, pek çok yasa türünden söz etmek mümkündür.

Thomas Aquinas'a göre akıl ahlaki zorunluluğun köküdür. İrade doğal bir biçimde iyi olana doğru yönelir ve pratik akıl bizim iyiye yönelmemizi, kötüden de kaçınmamızı buyurur. Bu şekilde ortaya çıkan ve adına doğal yasa denilen yasa, akıl sahibi olan her bir varlığı üç doğal eğilim çerçevesinde yönlendirir:

Thomas Aquinas'a göre, "eğer akıl maddi şeylerin bilgisine sahip olmasaydı, onlara ilişkin bir bilgiye de sahip olamayacak ve dolayısıyle değişime tabi maddi şeylerle uğraşan bir doğa biliminden söz edemeyecektik."

İki parçalı bir yeti olan aklın soyutlanma eylemini gerçekleştiren kısmına etkin akıl denir.

Thomas Aquinas'a göre imgelem, aktüel durumdaki duyulardan türeyen bir harekettir.

Soyutlama etkinliğinin gerçekleşebilmesi için, aklın ayırdığı şeylerin birbirine bağlı bir varoluş sergilemediklerini anlaması zorunludur.

Thomas Aquinas'a göre akıl, ahlaki zorunluluğun köküdür. İrade, doğal bir biçimde iyi olana doğru yönelir ve pratik akıl bizim iyiye yönelmemizi, kötüden de kaçınmamızı buyurur. Bu şekilde ortaya çıkan ve adına doğal yasa denilen yasa, akıl sahibi olan her bir varlığı üç doğal eğilim çerçevesinde yönlendirir:
  • Hayatını korumak, sağlığı muhafaza etmek
  • Çoğalmak ve ailesine göz kulak olmak
  • Hakikati gözetmek suretiyle akılsal hayatını geliştirmek ve sosyal erdem içinde büyükmek. 

Kralın, Thomas Aquinas'a göre üç görevi vardır.
  • İdaresi altındaki toplumun iyi hayatını tesis etmek
  • İyi hayatın tesis edilmesinden sonra bunun müdafa edilmesi
  • Güvenlik sağlandıktan sonra da kendi gelişmesini desteklemek.
Thomas Aquinas'a göre birliği sağlanmış olan toplum huzur içinde demektir.